Yusuf Köse'ye cevabımdır...
Mehmet Ali Eser
11 ARALIK 18

‘Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü,
TKP/ML’ adıyla Kardelen yayımcılıktan çıkan ve bu örgütün kuruluşundan
başlayarak 1994 yılı nisan ayına kadarki sürecin muhasebesini içeren çalışmama
ilişkin Yusuf Köse, üç bölüm halinde yayımladığı bir ‘eleştiri’ sundu (bkz.
online politik Kaypakkaya sitesi). Bu çalışmayı inceleyebilmiş olan okuyucunun
da rahatlıkla anlayacağı gibi köse, yazısının esasını bu çalışmanın 129.
Sayfasında yer alan bir cümleye odaklı yapmıştır. oysa odaklandığı o cümleye
gelene kadar sayfalarca durum çözümlemesi varken bunları es geçmiş, çalışmanın
yazarı olarak beni, kişiliğim hedefli kendince eğip bükmeyi seçmiştir. Yusuf,
bu çalışmada, kendisiyle özdeşleşen HH kodlu kişinin ahlaki tanımıyla
yüzleşince yaşadığı şoktan olsa gerek, saldırken HH kodlu kişiyi savunmadaki
tutkuyla yetinmemiş; “o kişi benim” demek zorunda kalmıştır. Sorunu böyle
karşıladıktan sonra da bu araştırmanın yazarı olarak beni aklına geldiği her
kavramla niteleyerek kılıktan kılığa sokması yadırganacak bir durum degildir.
Ancak bu sınırla yetinmemesi Kösenin tutumunu normal olmayan bir kategoriye
sokmaktadır.
Köse, kuruluş normlarından hareketle TKP/ML’ yi ideolojik-siyasal-örgütsel-felsefi
ve hukuksal olarak çıkış iddiasıyla tersleştiğini
iddia ettiğim değerlendirmeleri es geçtiği gibi, hem ele almadığım bir süreç
üzerinden olgu sapması yaratarak hem de tarihsel materyalist perspektifle
bağdaşmayan bir yöntemle hayatta olmayan devrimcileri adresleyerek suçlamayı
seçmiştir. Üstelik sözünü ettiği kişilerin tümü de kendi inançları yönünden bağlandıkları
davanın gereği olarak sürdürdükleri mücadelenin bir aşamasında devlet
tarafından öldürülmüş ve ezilenlerin, iç çekişlerine sarıp kalplerine
gömdükleri devrimcilerdir. Köse, kendini savunurken, “ben yapmadım onlar yaptı”
demekte; iddialarına kanıt olarak da, ‘ben dedim, onlar dedi’yi göstererek
aslında iddialarını asla kanıtlanamayacak bir karşılıksızlık zeminine dayandırmaktadır.
Kuşkusuz, ilgili örgütün muhasebesini
çalışma konusu yapan olarak, her tür eleştirinin muhatabı benim. Hoşuma gitsin veya
gitmesin; eleştirinin yöntemi ve içeriği benim görüş açımdan doğru olsun ya da
olmasın bunun, okuyucunun kendi hakkını kullanma meşruluğu olduğunun
bilincindeyim. Ancak Köse’nin, benim söz konusu
etmediğim bir tarihi süreçte ki gelişmeleri ve olayları söz konusu ederek, bu
çalışmam üzerinden kendince şimdi yaşamda olmayan devrimcileri karalaması ve
onların anıları üzerine olumsuz bir algı oluşturma girişimini ahlaki bulmadım. Ne
var ki, onun bu yazı dizisinde sözünü ettigi iddialar hakkında söz söyleme hakkı,
sözünü ettigi devrimcilerin faaliyet zemininde yaşamlarını feda ettiği örgütün
sorumluluğu olduğundan, durum bana söz söyleyecek bir zemin sunmuyor; sadece not
düşmekle yetiniyorum.
Bu yazısına ilişkin
görüşlerimi kısaca ortaya koymadan önce, Köse’nin beni hangi kılıklara
soktuğundan her okuyucuyu haberdar etmek isterim. Onun, gözünden benim nasıl göründüğümü bilmeleri, en
çok da nasıl yaşadığımı ; yaşamları yaşam sürecimle kesişmiş olanlara karşı
yerine getirmem gereken bir sorumluluktur. Zira onların tanıdığı ben ile
Yusuf’un tarif ettiği benden hangisinin gerçek olduğuna dair kararı da; hatta
belki de Köse’nin tarif ettiği ‘ben’ in benim sakladığım ‘ben’ olduğum sonucuna
varmaları halinde bilme halindeki yanlışlığı da düzelteceklerinden bu iyi bir
vesile olacaktır...
Köse; kendisini
muhatap kıldığım bir cümle nedeniyle; ‘kimisi tarihin önünde yürür (ki bu
kendisi oluyor-bn) kimi ise onu yazar
(burada özne belirsiz bırakılmış ama ben üzerime alabilirim -bn), kimisi de ilerleyen tarihin ne tarafında yer
alacaklarında kararsızdırlar’ (bu da benim-bn) şeklindeki ana başlığının ardından; ‘dogmatizmin eksensiz çukurunda yön arayanlar’ üst başlığıyla üç bölüm
halinde yayımladığı yazı dizisi boyunca, sırtıma sınıf bilinçli bir işçinin
yaşamında taşıyamayacağı çoklukta betimlemlemelerden balyalanmış ağırlıklar
yüklemiş. Her nasıl oluyorsa, ona göre ben:
-‘Dogmatizmin
çukurunda yön arayanlar’dan biriymişim,
-yeni yerime
yaranmak için HH’yi karalıyormuşum,
-tarihin
neresinde yer alacağına karar vermemiş kişiymişim,
-tarih
yazıcılığında yöntemi kişi olmuş biriymişim,
-devletin bir kontrasını
aklama yükünü (görevini-bn-) seçmiş kişiymişim,
-kullanımdan
düşmüş kişinin takibinden giden kişi olarak HH ile yatıp kalkmışım,
-‘yanar-döner
gezginci’ kişiymişim,
-küçük burjuva
yalakalığı yapıyormuşum,
-ekseni kayan
kişiymişim,
-aptal
politikacı rolü oynuyormuşum,
-devrimcileri
katledenlerle aynı yalan çorbasına kaşık sallıyormuşum,
-saf ahmak küçük
burjuva politikacısıymışım,
-karşı-devrimci
çizgiyi devrimci saflarda devrimci hale getirecek bir şekillenişteymişim,
-düşmanı
savunduğumun ayırdında da değilmişim,
-karşı devrimci
bir unsuru aklama görevi verilmiş kişiymişim,
-yoldaşı düşman,
düşmanı yoldaşlaştıran biriymişim ve zaten;
-‘vatani görevi’
de yapmışım (yani askerlik de yapmışım).
Ve bir de Yusuf
Köse’nin gözünde bütün bu özellikleri taşıyan biri olarak, aslında onun
nefretini kazandığım açıkken, her nasıl bağdaştırmışsa bir de onun ‘sevgili
Mehmet Ali’siymişim!
O’nun bütün
bunları bir kişide nasıl bağdaşır halde tuttuğunu bilemem. Bildigim şey, her bireyin
kendi değerleriyle yaşadığı ve yaşadığı degerlerin diliyle cümle kurduğudur. Dolayısıyla,
farkında olsun ya da olmasın her bireyin yaşamı gibi söyledikleri de onun
benimsediği değerlerinin dışavurumu olarak hayat bulur. Kişi rol yapmaya
çalışsa bile bu gerçekliği tümden saklamayı başaramaz. Tıpkı tarihin önünde yürümek gibi, kendine
tarih üstü bir paye biçtiği halde bu dizi yazısında çözümlemelerime karşı savunmasını,
bana ve yaşamda olmayanlara saldırı üzerinde inşa ederken engellenemez bir
diyalektik yasa olarak kendi açıklarını da işaretlemesi gibi…
Muhasebe
çalışmam, siyasal-örgütsel çizgi, ideoloji, felsefe ve hukuk dayanaklı
çözümlemeler ve çıkarsamaları içerdiği halde; örgütün incelediğim tarihi süreci
içinde rol aldığını bu yazısında kendisi de açık eden Köse’nin; benim kuruluş felsefesi ve amacına
tersleşme olarak gördüğüm nedenler üzerinde bir tutum alması beklenirken,
neden kişiliğimi keyfince tanımlama yolunu seçtiğinin üzerinde yararsız bir
zihin faaliyeti yapmayacağım. Ancak O’nun beni soktuğu ve yukarda özetlediğim
biçimlerden iki şıkkının doğru olduğunu teyit ediyorum. Birincisi onun beni
1977de bir inşaat işçisi olarak tanıdığı dönem boyunca ve fakat onun arkasına
bakmadan sekreteri olduğu örgütün güçlerini yarattığı kaosun ortasında
bıraktığı zamandan iki-üç yıl
öncesine kadar gerçekten de saf
biriydim. Hem de öyle böyle değildi bu saflık; işgücü sarfında anlımda boncuk
boncuk dökülen terim kadar berrak; kendim de içerde ve dışarıda, sırtına aldığı
siyasi ‘yükleri’ güle oynaya taşırken de, Köse gibi üst katta oturanların
durmadan balkondan aşağı attığı çöpleri toplayarak ‘evin’ etrafını temiz
tutmada hassas ve tereddütsüz bir sorumluluktum. Ne zaman ki topladığım o atıklardan aldığım
kokuların asıl içindekilerden artakalan kokular olduğunu ve üst kattakilerin
bunlarla beslendiğini fark ettim, sessiz sedasız olarak birikmiş sınıf bilincim
devreye girdi ve iş değişti. Aynen şöyle:
oyun da hile yapan ’güçlü’ kişinin, hilesini fark ettiğini sezdiği ‘sırtsız yalnızın’ (benim özgülümde kliksiz ve grupsuzun) başına hayatta ne gelmişse onlarla
yüz yüze kaldım: O günden sonra bir inşaat işçisi olarak yaşamımı sürdürmeme
imkân veren mesleki hassasiyetimin de şekillendirmesiyle yaşam ortamımın kokuşmuşluklarına karşı daha da
hassaslaşmış durumdayım. Yusuf’un sorunu kişiselleştirerek saldırı pozisyonu
almasının bu durumumu fark edişine karşılık bir tutum olduğundan kuşku
duymuyorum.
Söyledikleri
içinde ikinci doğru da askerlik yaptığım, askere götürüldüğümdür. Fakat Köse, önce
bana sadece yargılandığım davanın toplamında değil, genel olarak Türkiye’de
devrim mücadelesinde tutsak düşüp çıktıklarında devletin bana gösterdiği muameleyi
gören birini göstersin ve o da, altı yıl tutsaklıktan sonra tahliye olduğunda,
hapishane kapısından çıkarılıp Gayrettepe kapısından içeri sokulsun. Ve sonra,
otuz yedi gün boyunca askeri karakol ve gözaltı merkezlerinde Köse’nin ömrünün
tümünde bile değil görmesi, görebileceğini hayal bile etmediği işkenceleri
gördükten sonra, ayaklarından eski zaman kürek mahkûmları gibi zincirli ve
bileklerine gömülmüş kelepçelerle acıdan kusa kusa trene kilitlenerek 14
saatlik zulüm yolculuğundan sonra bir kışlanın içinde ‘tahliyesi’ gerçekleşsin…
Fakat bunlar çok önemli değil, önemli olan şudur: ben askerlik yapan mıyım yoksa yaptırılan mıyım? İşte burada Köse
yalanına yakalandı! Tarihteki sorumluluğundan kaçma uğraşında kişiliğime saldırmak üzerinde çıkış arayan
Köse’ye önerim şudur: istediği yerde istediği miktarda bu tarihe ilgi duyan
insanı toplasın, ben de askerliği yapan biri mi yoksa ‘yaptırılan’ biri mi olduğumu
hala yaşamakta olan tanıklarıyla ne olup bittiğini anlatayım ve anlattırayım. O’nu
doğruladığım bu iki konu eğer sosyalizm mücadelesine uyanmış bir işçi olarak
beni tartışmalı kılacaksa yapacak bir şeyim yoktur. Birincisi saflığımı aştığım
için devrimci örgütlerin içinde yaşam konforu oluşturmaktan başka bir hedefi
olmayan değişik türdeki
şarlatanların saldırısına uğramam doğaldır. İkincisi de askerlik yaptırılan bir tutsak olarak bu kabahat ise kefaretini
ödemesi gereken ilk kişi Kösedir. beni tanımladığı diğer şıklara ilişkin olarak
da “öyle değilim böyleyim” diyecek değilim. Bu testi yapmakta olan hayattır ve
yaşam ortamımı paylaştığım herkestir…
‘Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü,
TKP/ML’ başlıklı bu çalışmada; İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerine ve onun
bu çıkarsamalarını ışıklı bir merhaleye taşıyan bilimsel metoduna yabancılaşan
‘mirasçısı’ örgütün bu yabancılaşmadaki nedenlerini irdeledim. Dolayısıyla her tarih araştırmacısı gibi ben
de bu çalışmayı yaparken incelediğim tarihi kesitlerde aldıkları roller
nedeniyle belgelere yansıyan ve yaşayan tanıklarından da rumuzları üzerinden defalarca
kez anılan NT ve HH rumuzlarını benim de ilgili süreçle bağı nedeniyle
kaydetmem normaldir. Yusuf Köse’nin
iddia ettiği gibi bu araştırma boyunca onunla yatıp kalmış mıyım, bunu
da ben değil okuyucu değerlendirecektir.
Şu kadarını söyleyeyim; Yusuf bu tutumuyla okuyucunun muhtemel sorgulama
yetisini ve belki de benim bu muhasebe çalışmasını sürdürebileceğim
endişesiyle önümü kesmek istiyor; bunun bilincindeyim ve fakat bunu
başaramayacağının da farkındayım. Zira, kendi deyimiyle o ‘tarihin önünde
yürüyen’ biri ve ondan önce de muhasebesini yaptığım tarihi süreçten kaçan
biri. Tarihin önünde yürüdüğüne kendini inandırmış birinin de, tarihinden kaçan
birinin de tarihin içinde yaşamakta olan bana ve okuyucuya çelme takma imkânı
yoktur. Bu, “var olma anlamı’ndan feragat etmesi kendi tercihiyle olmuş: bundan
yirmi beş yıl önce de kararını tarihten kaçma yönünde vermiştir. Benim
yaptığımda onun kaçtığı tarihe gelene kadar incelediğim sürecin bir
degerlendirmesini yapmak olmuştur. Ve tabi Köse’yi adeta gömüldüğü gizimli evde
kapı dışarı ettirerek bütün gerçekliğiyle ahaliye görünür kıldıran ilgili
paragraf da HH kodlu kişinin ahlaki
ölçülerinin kalıntıları olarak vicut bulmuştur. şöyledir:
“… daha da önemlisi örgütü bu noktaya getirenler
olarak gerilla alanlarında barınak süresince hizipçiliği işleyen HH ve bu MK
üyeleri örgütü bölerken ‘partiyi koruma’ iddialarının arkasında da iki ay dahi
durmayıp parti güçlerini bölüp dağıttıklarına aldırmadan önce kırı sonrada
örgütü bırakıp gitmekle düşman ilan edilmiş olan NT’nin eline ahlaki açıdan su
dökemeyecek ölçüde düşkün ve kaçkın olarak halka, davaya ve örgüte ihanetin
özgün bir biçiminden sabıktırlar.” (Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü
TKP/ML, sayfa 129).
Köse’ye suhur
kaybettiren degerlendirme budur.
Köse, buradaki değerlendirmenin içeriği üzerinde
kendini savunacağına veya yapabiliyorduysa bu degerlendirmeyi çürüteceğine,
eline verilen oyuncak hamuruna hayalindeki i biçimleri veren cocuk misali o da keyfince birçok biçim denemesinden sonra rağmen,
gösterdiği zeka geriliği nedeniyle hepsine tek bir isim verdi o da Mehmet Ali
oldu! Bir şeyi değiştirdi mi veya gerçeği bükmeyi başardı mı, buna cevabı bu
sürecin tartışması verecektir.
Köse’nin nasıl bir şey olduğunu unuttuğu ‘ahlak’a
ezilenlerin penceresinden bir görüntü verdirsem ondan bir şey anlar mı, bundan
da kuşkuluyum. Zira o Marksistlerin ahlak derken ondan ne anladıklarını da
unutmuş gibi. Bunun sebebi de aynı takıntı: “tarihin önünde“ yürüdüğüne kendini
inandırmış olmak! O kendi düşünü gerçek sanmanın yanılgısı içinde. Tarihi,
içinden çekildiği koşullarda dondurmuş durumda. Tarih ve hareketin bir
diyalektik oluşturduğunu unutmuş durumda. Komünist Manifestonun “toplumların
tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” cümlesinin tesadüf degil, bilimsel
sosyalizme giriş kapısı olduğunu idrakından yoksun durumda. Dolayısıyla bir
hareketten ibaret olan sosyal yasaların kişi veya kişilere tarihin önüne geçme
yeteneğini veremeyeceğini ve sosyal hareketin sahasında bulunmaksızın kişinin de
tarihsel kimlik edinmeyeceğini tümden unutmuş durumda. Ama mümkündür ki köse,
yeni bir evrensel yasa bulmuş olabilir; belki de Fukuyama’nın “tarihin sonu“ tezinden
yaptığı bir çıkarsamadan hareketle kendisini de bu tezin tarikat şehhi ilan
etmenin hazırlığındadır, bunu bilemem. Ama demedi denmesin diye, “Tarihin
önünde yürüdüğüne inananların dikkatine gelsin diye not düşüyorum: Fukuyama, Köse’nin
dizi yazını yayınladığı süreçte bu tezinden vazgeçti; yani insanlığının ezilen cenahını aldatma görevinden çark etti..
Yukarıya aktardığım paragrafta söz
konusu ettiğim HH için, “ahlaki bakımdan NT’nin eline su dökemez …” deyişimin gerekçeleri ilgili örgütün tarihini
kuruluşundan 1994 Nisan sürecine kadar incelediğim hem kronolojisiyle hem içeriğiyle,
hem de kitaba yazdığım ön sözde gayet açıkken Yusuf Köse,
kendisinin de etkin rol üstelediği 94 zamandaki kapasitesi ve hırçınlığında
donup kaldığını gözümüze sokarcasına hala ısrarla, “cambaza bak cambaza”
diyerek hedef şaşırtmaca oyunu oynamaya devam ediyor. Yusuf, halkın deyimiyle böyle ‘numara‘ya
başvurunca bana da, onu çılgına çeviren o paragrafla kast etiğim şeyin ne olduğunu
bir kez izah etmek kalıyor.
O paragrafta ki
sentezle diyorum ki, HH kodlu örgüt sekreteri, ‘ben daha iyi bir önderim’ inandırmasıyla
örgütten koparmayı başardığı ve akabinde “hiç bir yönetici organı tanımayanın”
çağrısıyla önemli bir örgüt gücünü kendi söylemlerinin istikametinde etrafında
toplayıp yeni bir örgüt gücü oluşturduğu halde;
O andan sonra
hangi örgütsel taktik ve siyasetle o gücü kırda mücadeleye seferber edeceğine
dair yeni bir fikri vardıysa onu da ortaya koyarak güçlerinin başında ya da
içinde kalmak yerine, ayrılığı gerçekleştirdikten sonra kaçıp gitmişse;
Haydi diyelim ki
aklına ilk ayrılık fikri düştügünde degil de, ayrılığın olgunlaşmaya başladığı
süreçte zihninde yeni bir pencere açıldı ve olayların seyrine o pencereden bakınca dağı ve gerillayı anlamsızlaştıran bir ufku
gördüyse, bu yeni perspektiften kendi
tezi etrafında etkilediği gücü haberdar etmek varken; HH'nin “hiç bir parti
organını tanımayın“ çağrısına uyan ve
etrafında güvenlik çemberi oluşturan o ışık gülüşlü halk evlatlarına kendi
alternatifini sunmak ta bir yolken bunu da yapmamışsa;
“Hiç bir parti
organını tanımayın ” diyen HH değil de Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ymış gibi
davranarak, örgütün bölünmesin de aldığı entkin rolün sorumluluğunu unutarak, ‘eşinin
hasta olduğu’ gerekçesi üzerinden bırakıp kaçmasının bir de ahlaki tarafı varsa
bu hangi sınıfınkine tekabül eder. Gerçekten hangi olgular, HH kişisinin bilinç
dönüşümünü böyle keskin yapabildi ki, gidişini düş kırıklığıyla izleyen onlarca
gerillaya dönüp bakamamışsa bile en azından sağ kalmış olanlara bir özür borcu
yok mudur?
Örgütün
bölünmesindeki etkin rolünden hemen sonra, bölünmenin gerçekleştiği koşullarda
kaçışın gerekçesi yaptığı “eşinin
hastalığı“nı bir gerçeklik kabul etsek bile, ne yapacaklarsa HH'nin
önderliğinde yapacağına inanarak ayrılık talimatına uyup o’na dikkat kesilenlerden her birisinin
anne-babası, kardeşleri çocukları ve HH'nin ki gibi yâri de olan ve kırda mevzilenen onlarca genç halk evladının bölünmekle yaşadıkları moral
bozukluğu zemininde beliren çöküş riski mi daha önemliydi yoksa HH'nin altı yedi ay önce dağlardan ceylan
sekmesiyle şehre inen eşiyle
birbirlerini birsüre daha görmemiş olması mı daha hayatiydi?
Örgütün
sekreteri olarak HH, teorisini uygulamaya çalıştığı Marksizm-Leninizm-Maoizm’in
tarihi tecrübesinin içinde; Mao’nun
yirmi yıllık halk savaşı süreci boyunca yitirdiği aile bireylerinden geriye
kalan tek oğlunu da Kore’ye emperyalizme karşı enternasyonal birliklerde
mevzilendirip bu savaşta yitirdiğini; Stalin‘in Hitler faşizmine karşı savaşta
tutsak düşen tek oğlunu bir general karşılığında takas edilme teklifini ‘o da
herhangi bir Sovyet evladından biridir’ gerekçesiyle ret ettiğini
bilmiyorduysa bile, dağlarını, ardına
bakmadan terk ettiği dersim halkının
1938 soykırımı boyunca, dava, ahlak, namus söz konusu olduğunda nelerden
vazgeçtiğini de mi hiç duymamıştı...
Benim bu
paragraftaki kıyas örnegine ateş püskürdüğün NT; HH, gibi yöneticilerin
yarattığı bataklıktan beslenerek sadece dağın değil örgütün zirvesine çıkan
biri olarak, eşi kızı ve kardeşiyle kendi mevziinde kalmıştır. HH nin dağları
ve örgütü bırakıp kaçtıktan iki yıl sonra da örgüt tarafından ajan olduğu
sonucuna varılarak öldürülmüştür bu doğru. Bundan hareketle çıkardığın hay huy
la gerçeği karartacağını düşünüyorsan yanılırsın. Diyalektik denen bilim zaten
bir yönüyle kıyasların birliğidir. HH ve NT de incelediğim sürecin kutup
başları. Sen buna çizgi temsilcileri yada kendi oyunlarının halay başları da
diyebilirsin; bunda bir sorun yok. Ben de muhasebe çalışmasında her ikisinin
bir birlik içindeki karşıtlıkların temsilcileri pozisiyonunda betimleyerek; yaşamakta
olan hh yi örgüt tarafından ajan olduğu için öldürülmüş olan NT ile kıyaslayarak
ahlaki tanımlama yapmışım. inclediğim belgelerdeki olgulara dayanarak diyorum
ki, HH örgütün sekreteri ve ‘darbeci’
kliğe karşı ‘komünist hizibin’ öncüsü ise, örgütün bölünmesinde etkin rol almış
olarak bu çabasıyla NT den geri kalır yanıda yoksa, bir hizip faaliyetçisi
olarak; bölünmeden sonra da yanına örgütün önemli bir gücünü çekmeyi başaran
hukuki lider sıfatını da taşıyorsa, darbeci kastı da aştığına göre, güçlerini
derleyip toparlamak ve siyasal ideolojik hedeflerine uygun seferber etmek artık olanaklıyken, bunlardan hiç birini
yapmayıp, aksine; etrafında birleştirdiği devrimcilerin insanı duyarlıklarını kolaylıkla manipüle
edecek olan ‘karım hasta’ yalanıyla etkin rol sahibi olduğu bu kaos ortamından ardına
bakmadan uzaklaştıktan hemen sonra bu yalanını da yalanlayarak örgütü de
bırakıp gitmiş kişi olarak ahlaki bakımdan NT’nin eline su dökemeyecek de, NT mi mezardan kalkıp HH nin eline su
dökecek? İşte benim, HH yi tarifleyerek, ‘NT nin eline ahlaki olarak su
dökemez’ demiş olmamın karşılığı budur Yusuf Köse! Ama sen buna itiraz
ediyorsun. nasıl oluyor da tarihin önünde yürüyen HH’yi kendi örgütü tarafından
düşman ilan edilmiş NT adlı kişinin eline ahlaki olarak su dökemeyecek kadar
düşkün ve kaçkın gösteriyorsun diye çileden çıkıyorsun. İyi de yaptığım
kıyaslamaya şimdi bir de sen bak. NT
sistemin temsilcisi HH’de proletaryanın temsilcisi idiyse rollerin tam tersi
olması gerekmez yada beklenmez miydi? Yani
kaçıp gidenin HH değil de NT olması gerekmez miydi? Dağlar proletaryanın; yani
bu özgülde HH’nin sekreterliğini yaptığı örgütün stratejik tezi değil miydi?
Hangi devrimci önder tezini düşmana bırakıp kaçar? Haydi diyelim NT o örgütün
belgelerinde kayıt düştüğü gibi düşmandı, peki şimdi hayatta olmayan ve
nerdeyse tümü zamanla yaşamlarını senin bırakıp kaçtığın dağlara serpen ve senin
hala karaladığın o devrimciler de mi düşmandı senin gibi bırakıp kaçmadıkları
için?...
Ama biliyorum
bunları sana anlatmak beyhude bir çabadır. Sen bugün ak dediğine yarın kara,
kara dediğine de ak diyecek bir kişisin. Tıpkı bu güne kadar darbeci dediğin
kesimin senin hizipçilik yaptığını söylemelerine şiddetle karşı çıktığın halde bu yazında,
“tabi ki hizipçilik yaptım, hatta az yaptım” diyerek ilk kez gerçeği itiraf
edişin gibi… Tıpkı bu örgütün I. OPK olarak
adlandırdığı konferansındaki belgelere ’ticaret’ işindeki rolün nedeniyle
özeleştiri yaptığın kaydedilmişken şimdi bu yazında kendince bir kaç el-ense
çektikten sonra, “…öncelikle bu olayın
magazinleştirilen yanı ile esas mahiyeti
farklı olmasına karşılık bunun yapılması, örgütün silahlandırılması
amaçlı olmuştur. Yani salt askeri bakış açısının bir ürünüdür. Kaygılar
bireysel değil örgütsel ve sınıf mücadelesinin ilerletilmesi amacıyla bu
yararlanma olayı yaşanmıştır” (abç) demekle orada yaptığın
özeleştirinin aksine bir kez daha bu kire bulanmış zihninle aslına rücu etmiş
olman gibi. Ve böylece bu yazın da ‘sınıf mücadelesinin ilerletilmesi amacıyla’
cümlesindeki itirafınla aklayıp/pakladığın ve bu örgüte karşı gerçekleştirilmiş
bir ideolojik suikast olan ticaret
işinin neye mal olduğunu bile zerre kadar önemsemediğini bir kez daha teyit
etmiş olmakla kalmadın; bu itirafınla da tarihe, hala pragmacı, hala ikiyüzlü olduğun
gerçekliğinle yakalandın!
Sana burada
tarihi bir notu hatırlatmam gerekiyor Yusuf Köse: Senin kırk beş yıl sonra,
tarihin önünde yürümek adını koyduğun kitabında ; ‘bütün görüşleri sübjektifti’
dediğin Kaypakkaya, kuruluşunu ilan etme aşamasında olduğu partinin bayrağını tarif ederken ‘bütün lekelerinden arınmış olarak göndere çekmeyi’ tasarlıyordu.
Şimdi sadece bu coşkun cümlenin karşısında kendini bir daha tart: bulaştığın ve
bugün de hala yararını öven bu itirafınla, bu kirlenmenin tüm düşünsel
disiplinini taşıyan olarak böyle berrak
bir komüniste ‘bütün görüşleri sübjektifti’ demek düşer mi sana?
Seni eleştirmek
bile bilim yöntemini kullanan her insan gibi beni de zorluyor Yusuf Köse. Çünkü
ölçün yok senin. Azbiraz kenar ölçülerine sahip olsaydın tüm savunmanı ajan olduğu ortaya çıktığı için
ilgili örgüt tarafından öldürülen NT kodlu kişi üzerinden yapıyorken onun
devrimcilere karşı kullandığını
söylediğin yöntemin aynısını bu çalışmam nedeniyle bana karşı kullanmaya
tenezzül etmezdin. Ama ondan daha ala davrandın; ajan dediğin NT kodlu kişinin
sözünü ettiğin zamanlarda komplo aracı olarak kullandığı bir ‘suç verisi’ni
cebine koyduğu tarihten çok önce yaşadığım askerlik sürecini sanki saklanmış
bir suçmuş gibi, zihninin karanlık ceplerinde otuz üç yıl sakladın (!) ve
kendince şimdi seni bu eleştirilerim karşısında koruyacak ve üstelik benden
sana sunulmuş silahmış gibi kullanarak eleştirilerimi gölgelemek umuduyla
kullandın. Diyorum ki Yusuf Köse, madem hangi sınıfın genel geçer yöntemi
olduğunu her sınıf bilinçli bireyin bildiği bu yöntemi kullanacaktın, hiç
olmazsa yazı dizin boyunca kendini aklama girişimini NT’yi lanetleme üzerinden
yaparak onunla aynılaşacağını da düşünmeliydin. Bu tutumunu tanımlamak
tutarsızlığından başka bir resim vermiyor. Madem yazıyorsun öğretici olacak
şekilde öğrenmeye azmet biraz. Analiz yapmayı öğren örneğin. Olgular arasındaki ilişkileri, onlar
arasındaki çelişki ve özdeşlikleri irdele mesela. Ve kendini gözden geçir, yaşam öykünün önemli
duraklarına odaklanarak onlar arasındaki uzlaşmazlıkların nedenleri üzerine
kafa yor, sentezlere var. Aksi takdirde böyle devam etmen halinde, seni
çözümlemek senin dışındakilere kalır. Tamda bu bilimsel dürtü nedeniyle senin
yaşam öykünün zihnime kendini yeni bir anımsatması nedeniyle yeni bir
değerlendirmeye doğru sürükleniyorum. Eşeğin aklına karpuz kabuğu mu, bilimin
çanına şüphe gongu olarak mı düşeceğini kestiremediğim bir hafıza yoklamasından
belki sen de payına düşen bir şey çıkarırsın.
Kuruluşundan
1994 yılı Nisan’ına kadar bir değerlendirmesini yaptığım TKP/ML’nin ilk yenilgisinin
ardından 1. Konferansını gerçekleştirme hedefli örgütsel toparlanma sürecindeyken
(yıl 1977) düşün ki bir kişi, hizip çalışması başlatarak örgütü toparlama
sürecinde güçten düşürmeye çalışsın ve fakat örgütün müdahalesiyle bu
çabası başarısızlığa uğrasın… Sonra
başka bir tarihi süreçte o kişinin bu hizipçi faaliyetinin boşa çıkarılmasından
sekiz yıl sonra aldığı ikinci yenilgisinden çıkmak üzere, örgütü konferansa
götürmeye çalışan kadrolar konferans hazırlığı içindeyken öldürülsün. Böylece
örgüt yeni bir belirsizlik ve
merkezsizlik sürecine girmişken, tam
bu aşamada örgüt hukukuna göre sıfatı ileri sempatizan olan ve dokuz yıl önceki
hizip çalışmasını yapan kişi bu süreçte hapishaneden tahliye olsun. Örgütün nitelikli kadrolarının imha
edilmiş olmasının objektif boşluklarının sunduğu fırsatla bu kişi hiç bir örgüt hukukunda bulunmayan
bir yöntemle; yedi oy temsiliyetiyle, örgütün kurucu kadrolarını kapının
dışında bırakmayı da içerecek şekilde örgüte istediği düzeni vererek tepesine oturmakla
aynı süreçte örgüt de, (kamuoyunda bilinen adıyla DABK-Konferans ayrılığı) yeni
bir bölünme yaşasın… Ve dört yıl sonra
hapishanelerden çıkan ve örgüt tabanında saygınlık yaratmış birçok kadronun
örgütün bölünen güçlerini birleştirme yönündeki içten çabaları her iki kanadın
kitlesinde karşılık bulunca yeniden sağlanan birlik ortaya büyük bir enerji çıkarmış olsun. örgütü
nicelik olarak hızlı bir gelişme sürecine sokan bu birlik, güven bakımından
ezilen kitleler nezdinde TKP/ML‘ yi kendi tarihinin zirvesine ulaştırmışken,
aynı kişi bu tarihi aşamada da örgütün sekreteri olarak ikinci kez hizipçi
bir faaliyetle örgütün bölünmesinin ilk hamlesini yapan kişi olsun. Ve
bölünmeyi başardıktan hemen sonra da dağı, örgütü ve ülkeyi terk etmekle
kalmasın; kendi benzer versiyonlarıyla örgüt hafızasını ve düşünme tarzını
hasta etmiş olduklarından emin olarak; ‘hiç bir özne bana ilişemez ve hiç bir
güç beni bir daha tarihin içinde yakalayamaz‘ dercesine tarihin önünde yürüdüğünü iddia ediyor olsun...
işte yaptığım düşsel tarih gezintisinden
sonra aklımda kalanlar bunlar olmuş,
Yusuf Köse… Senin sekreterliğini yaptığın örgütün, senin görünümünü flu mu net
mi kaydetti bilemem. Hatta örgütün bir
hafızası var mı, yok mu onu da bilmem. Çünkü incelediğim belgelerde kolektif
hafızaya sayılacak bir ize rastlamadım. Fakat geçmişe bir de bu perspektiften
bakınca ve çıkan sonuçla senin kendini ısrarla bir ‘hatasızlık‘ zırhı içinde
tutmaya gösterdiğin dirençle kıyaslayınca: başka kim ne der bilmem ama kendi
payıma incelediğim tarihi kesitten ve sonrası süreçte herkes NT denen kişiye
dikkat kesilmişken gözden kaçan bir şey oldu mu acaba diye sormuyor değilim!
Bunu da geçiyorum…
üç bölümlük yazın boyunca, “öyle oldu böyle
oldu; ben demiştim olmadı, yanlışı onlar yaptı” iddialı, alıntılardan yığma,
kendi gerçekliğini saklama maksatlı karalamalar yapan biri olarak sekreterlik düzeyinde
yöneticisi olduğun dönem boyunca örgüte kayda değer bir makale dahi
bırakmamışken, örgütün bölümesi söz konusu olduğunda gösterdiğin ısrarı ben degil
tarih kaydetmiştir yusuf köse. Ama her şeye rağmen kaleme gösterdiğin ilgi
iyiyken, onu kullanma biçiminle düşünme diyalektiğin ciddi bir sorun
oluşturmaya devam ediyor. Duruşuna giydirdiğin, tarihin önde yüreme
yanılsamasıyla örgütsüzlüğü kutsayan ve her tür kolektif denetimden kaçmanın
iyi olduğu algısını işleyen biri olarak Kaypakkaya örgütlülüğünün çevresine
yapışıp kalmandaki gerçekliğini de bilinen pragmatizmine bağlayabiliriz. Zira
onlar da Kaypakkaya gibi bir komünisti sahiplenme biçimiyle onun yarattığı
değerlerden bir miras yedi gibi yararlanmayı seçenler olarak seninle aynı
faydacı tutum içinde olmaktan hoşnutturlar. Ama sen fazla olarak Kaypakkaya ve
mirasının olanaklarından yararlanırken, hem sanalda Kaypakkaya isimli blogdan
yazarak hem de ‘bütün görüşleri sübjektifti’; yani anti bilimseldi dediğin
halde ‘tarihin önünde yürümek’ başlığıyla yayınladığın alıntı yığını kitabın
kapağına İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun görüşlerini uygulama pratiğindeyken
yaşamlarını vermiş yoldaşlarının resimlerini serpiştirmekle nasıl bir ardıl
bilinç denklemiyle hareket ediyorsun Yusuf Köse? Küfür mü ediyorsun, dalga mı
geçiyorsun? Ama tabi; yıllarca bu tarihsel damarın sosyal hafızasını her tür
manipülasyona hazır hale getirerek onbinlerce insanı hayata soru soramayacak ölçüde
körleştirip çevre ilişkisine dönüştürmek üzerinden sosyal statü ve konformist
yaşam olanakları devşirmeyi iyi başardığınızdan, şimdiye kadar kimsenin ses
çıkaramamış olmasını da anlayabildiğimden bunu da geçiyorum ve bir özetle
bitiriyorum.
Özetle diyorum
Yusuf Köse ve sana doğrudan hitap ederek, özetle: bulduğun ilk gerekçeyle
fitilini ilk ateşleyen olarak, 94 ayrılığını, bırakıp kaçmanın koşulu olarak tasarladığın
çok açıktır. Benim, belgeler üzerinde yaptığım çıkarsamaları bilimsel bir gözle
izleyen her okuyucunun da rahatlıkla görebileceği gibi, HH gibiler birliğin
ortaya çıkardığı rüzgârı, kaptanı olduğu geminin yelkenlerine yönlendirecek
yetenekten yoksundu. HH’nin sınıf
coşkusu ve siyasal kişiliğinin, hareketin sıçradığı bu yeni seviyenin
örgütsel-siyasal taktiğini üretme yeteneğinden yoksun olduğu, senin yirmi beş
yıl sonra bile siyasal bir eleştiriyi karşılama biçiminden de anlaşılıyor
zaten. Yani örgütün birlikten hemen sonraki süreçte yakaladığı hızlı gelişme
düzeyi ve kıra yönelik olağanüstü
yığılma eğrisi karşısında (yıllar sonra Tarihin Önünde Yürümek adlı
çalışmanda Kaypakkaya’nın görüşlerinin tümünün
sübjektif olduğunu söyleyerek bu siyasal ideolojik çizgiye hiç bir zaman
inanmadığını itiraf eden biri olarak, bu görüşler etrafında örgütlemiş
TKP/ML’de dört-beş yıl sekreterlik
görevini almaktaki amacına ilişkin de keşke bir iki şey söyleseydin…) bu sürecin örgütsel- siyasal teori ve taktiğini üretemeyen gerçekliğini de orta çıkarmaya
başladığından ve bu durum senin gibilerin artık örgütün olanaklarını kendi
kişisel yaşam konforu için kullanma koşullarını
riske soktuğunu da görmeye başladığından; örgütteki uyanışın, senin klikçi ve örgüte kapalı kirli işler çevirmiş
olmanın ideolojik ve kültürel kişiliğini de sorguya alacağından duyduğun büyük
korku,(ki NT ile HH nin korkuları aynıydı) başka herhangi bir ciddi siyasal-ideolojik
sorununda değil de, bir hukuk sorununu
ayrılığın fırsatına çevirdin. Ayrılık kaosu, kaos da sessizce sıvışmanın
kapısını açtığından planın sorunsuz işledi; senin rol aldığın hikâyenin özü
budur Yusuf Köse!