24 Aralık 2018 Pazartesi

Kendisini kaçtığına inandırdığı tarihe yakalanmak ve Yusuf Köse!


Yusuf Köse'ye cevabımdır...
Mehmet Ali Eser
11 ARALIK 18


Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü, TKP/ML’ adıyla Kardelen yayımcılıktan çıkan ve bu örgütün kuruluşundan başlayarak 1994 yılı nisan ayına kadarki sürecin muhasebesini içeren çalışmama ilişkin Yusuf Köse, üç bölüm halinde yayımladığı bir ‘eleştiri’ sundu (bkz. online politik Kaypakkaya sitesi). Bu çalışmayı inceleyebilmiş olan okuyucunun da rahatlıkla anlayacağı gibi köse, yazısının esasını bu çalışmanın 129. Sayfasında yer alan bir cümleye odaklı yapmıştır. oysa odaklandığı o cümleye gelene kadar sayfalarca durum çözümlemesi varken bunları es geçmiş, çalışmanın yazarı olarak beni, kişiliğim hedefli kendince eğip bükmeyi seçmiştir. Yusuf, bu çalışmada, kendisiyle özdeşleşen HH kodlu kişinin ahlaki tanımıyla yüzleşince yaşadığı şoktan olsa gerek, saldırken HH kodlu kişiyi savunmadaki tutkuyla yetinmemiş; “o kişi benim” demek zorunda kalmıştır. Sorunu böyle karşıladıktan sonra da bu araştırmanın yazarı olarak beni aklına geldiği her kavramla niteleyerek kılıktan kılığa sokması yadırganacak bir durum degildir. Ancak bu sınırla yetinmemesi Kösenin tutumunu normal olmayan bir kategoriye sokmaktadır. 


Köse, kuruluş normlarından hareketle TKP/ML’ yi ideolojik-siyasal-örgütsel-felsefi ve hukuksal olarak çıkış iddiasıyla tersleştiğini iddia ettiğim değerlendirmeleri es geçtiği gibi, hem ele almadığım bir süreç üzerinden olgu sapması yaratarak hem de tarihsel materyalist perspektifle bağdaşmayan bir yöntemle hayatta olmayan devrimcileri adresleyerek suçlamayı seçmiştir. Üstelik sözünü ettiği kişilerin tümü de kendi inançları yönünden bağlandıkları davanın gereği olarak sürdürdükleri mücadelenin bir aşamasında devlet tarafından öldürülmüş ve ezilenlerin, iç çekişlerine sarıp kalplerine gömdükleri devrimcilerdir. Köse, kendini savunurken, “ben yapmadım onlar yaptı” demekte; iddialarına kanıt olarak da, ‘ben dedim, onlar dedi’yi göstererek aslında iddialarını asla kanıtlanamayacak bir karşılıksızlık zeminine dayandırmaktadır.
Kuşkusuz, ilgili örgütün muhasebesini çalışma konusu yapan olarak, her tür eleştirinin muhatabı benim. Hoşuma gitsin veya gitmesin; eleştirinin yöntemi ve içeriği benim görüş açımdan doğru olsun ya da olmasın bunun, okuyucunun kendi hakkını kullanma meşruluğu olduğunun bilincindeyim. Ancak Köse’nin, benim söz konusu etmediğim bir tarihi süreçte ki gelişmeleri ve olayları söz konusu ederek, bu çalışmam üzerinden kendince şimdi yaşamda olmayan devrimcileri karalaması ve onların anıları üzerine olumsuz bir algı oluşturma girişimini ahlaki bulmadım. Ne var ki, onun bu yazı dizisinde sözünü ettigi iddialar hakkında söz söyleme hakkı, sözünü ettigi devrimcilerin faaliyet zemininde yaşamlarını feda ettiği örgütün sorumluluğu olduğundan, durum bana söz söyleyecek bir zemin sunmuyor; sadece not düşmekle yetiniyorum.
Bu yazısına ilişkin görüşlerimi kısaca ortaya koymadan önce, Köse’nin beni hangi kılıklara soktuğundan her okuyucuyu haberdar etmek isterim. Onun,  gözünden benim nasıl göründüğümü bilmeleri, en çok da nasıl yaşadığımı ; yaşamları yaşam sürecimle kesişmiş olanlara karşı yerine getirmem gereken bir sorumluluktur. Zira onların tanıdığı ben ile Yusuf’un tarif ettiği benden hangisinin gerçek olduğuna dair kararı da; hatta belki de Köse’nin tarif ettiği ‘ben’ in benim sakladığım ‘ben’ olduğum sonucuna varmaları halinde bilme halindeki yanlışlığı da düzelteceklerinden bu iyi bir vesile olacaktır...
Köse; kendisini muhatap kıldığım  bir cümle nedeniyle; ‘kimisi tarihin önünde yürür (ki bu kendisi oluyor-bn) kimi ise onu yazar (burada özne belirsiz bırakılmış ama ben üzerime alabilirim -bn), kimisi de ilerleyen tarihin ne tarafında yer alacaklarında kararsızdırlar’ (bu da benim-bn) şeklindeki ana  başlığının ardından; ‘dogmatizmin eksensiz çukurunda yön arayanlar’ üst başlığıyla üç bölüm halinde yayımladığı yazı dizisi boyunca, sırtıma sınıf bilinçli bir işçinin yaşamında taşıyamayacağı çoklukta betimlemlemelerden balyalanmış ağırlıklar yüklemiş. Her nasıl oluyorsa, ona göre ben:
-‘Dogmatizmin çukurunda yön arayanlar’dan biriymişim,
-yeni yerime yaranmak için HH’yi karalıyormuşum,
-tarihin neresinde yer alacağına karar vermemiş kişiymişim,
-tarih yazıcılığında yöntemi kişi olmuş biriymişim,
-devletin bir kontrasını aklama yükünü (görevini-bn-) seçmiş kişiymişim,
-kullanımdan düşmüş kişinin takibinden giden kişi olarak HH ile yatıp kalkmışım,
-‘yanar-döner gezginci’ kişiymişim,
-küçük burjuva yalakalığı yapıyormuşum,
-ekseni kayan kişiymişim,
-aptal politikacı rolü oynuyormuşum,
-devrimcileri katledenlerle aynı yalan çorbasına kaşık sallıyormuşum,
-saf ahmak küçük burjuva politikacısıymışım,
-karşı-devrimci çizgiyi devrimci saflarda devrimci hale getirecek bir şekillenişteymişim,
-düşmanı savunduğumun ayırdında da değilmişim,
-karşı devrimci bir unsuru aklama görevi verilmiş kişiymişim,
-yoldaşı düşman, düşmanı yoldaşlaştıran biriymişim ve zaten;
-‘vatani görevi’ de yapmışım (yani askerlik de yapmışım).
Ve bir de Yusuf Köse’nin gözünde bütün bu özellikleri taşıyan biri olarak, aslında onun nefretini kazandığım açıkken, her nasıl bağdaştırmışsa bir de onun ‘sevgili Mehmet Ali’siymişim!
O’nun bütün bunları bir kişide nasıl bağdaşır halde tuttuğunu bilemem. Bildigim şey, her bireyin kendi değerleriyle yaşadığı ve yaşadığı degerlerin diliyle cümle kurduğudur. Dolayısıyla, farkında olsun ya da olmasın her bireyin yaşamı gibi söyledikleri de onun benimsediği değerlerinin dışavurumu olarak hayat bulur. Kişi rol yapmaya çalışsa bile bu gerçekliği tümden saklamayı başaramaz. Tıpkı tarihin önünde yürümek gibi, kendine tarih üstü bir paye biçtiği halde bu dizi yazısında çözümlemelerime karşı savunmasını, bana ve yaşamda olmayanlara saldırı üzerinde inşa ederken engellenemez bir diyalektik yasa olarak kendi açıklarını da işaretlemesi gibi…
Muhasebe çalışmam, siyasal-örgütsel çizgi, ideoloji, felsefe ve hukuk dayanaklı çözümlemeler ve çıkarsamaları içerdiği halde; örgütün incelediğim tarihi süreci içinde rol aldığını bu yazısında kendisi de açık eden Köse’nin; benim kuruluş felsefesi ve amacına tersleşme olarak gördüğüm nedenler üzerinde bir tutum alması beklenirken, neden kişiliğimi keyfince tanımlama yolunu seçtiğinin üzerinde yararsız bir zihin faaliyeti yapmayacağım. Ancak O’nun beni soktuğu ve yukarda özetlediğim biçimlerden iki şıkkının doğru olduğunu teyit ediyorum. Birincisi onun beni 1977de bir inşaat işçisi olarak tanıdığı dönem boyunca ve fakat onun arkasına bakmadan sekreteri olduğu örgütün güçlerini yarattığı kaosun ortasında bıraktığı zamandan iki-üç  yıl öncesine  kadar gerçekten de saf biriydim. Hem de öyle böyle değildi bu saflık; işgücü sarfında anlımda boncuk boncuk dökülen terim kadar berrak; kendim de içerde ve dışarıda, sırtına aldığı siyasi ‘yükleri’ güle oynaya taşırken de, Köse gibi üst katta oturanların durmadan balkondan aşağı attığı çöpleri toplayarak ‘evin’ etrafını temiz tutmada hassas ve tereddütsüz bir sorumluluktum.  Ne zaman ki topladığım o atıklardan aldığım kokuların asıl içindekilerden artakalan kokular olduğunu ve üst kattakilerin bunlarla beslendiğini fark ettim, sessiz sedasız olarak birikmiş sınıf bilincim devreye girdi ve iş değişti. Aynen şöyle:  oyun da hile yapan ’güçlü’ kişinin, hilesini fark ettiğini sezdiği ‘sırtsız yalnızın’ (benim özgülümde kliksiz ve grupsuzun) başına hayatta ne gelmişse onlarla yüz yüze kaldım: O günden sonra bir inşaat işçisi olarak yaşamımı sürdürmeme imkân veren mesleki hassasiyetimin de şekillendirmesiyle yaşam ortamımın kokuşmuşluklarına karşı daha da hassaslaşmış durumdayım. Yusuf’un sorunu kişiselleştirerek saldırı pozisyonu almasının bu durumumu fark edişine karşılık bir tutum olduğundan kuşku duymuyorum.
Söyledikleri içinde ikinci doğru da askerlik yaptığım, askere götürüldüğümdür. Fakat Köse, önce bana sadece yargılandığım davanın toplamında değil, genel olarak Türkiye’de devrim mücadelesinde tutsak düşüp çıktıklarında devletin bana gösterdiği muameleyi gören birini göstersin ve o da, altı yıl tutsaklıktan sonra tahliye olduğunda, hapishane kapısından çıkarılıp Gayrettepe kapısından içeri sokulsun. Ve sonra, otuz yedi gün boyunca askeri karakol ve gözaltı merkezlerinde Köse’nin ömrünün tümünde bile değil görmesi, görebileceğini hayal bile etmediği işkenceleri gördükten sonra, ayaklarından eski zaman kürek mahkûmları gibi zincirli ve bileklerine gömülmüş kelepçelerle acıdan kusa kusa trene kilitlenerek 14 saatlik zulüm yolculuğundan sonra bir kışlanın içinde ‘tahliyesi’ gerçekleşsin… Fakat bunlar çok önemli değil, önemli olan şudur: ben askerlik yapan mıyım yoksa yaptırılan mıyım? İşte burada Köse yalanına yakalandı! Tarihteki sorumluluğundan kaçma uğraşında   kişiliğime saldırmak üzerinde çıkış arayan Köse’ye önerim şudur: istediği yerde istediği miktarda bu tarihe ilgi duyan insanı toplasın, ben de askerliği yapan biri mi yoksa ‘yaptırılan’ biri mi olduğumu hala yaşamakta olan tanıklarıyla ne olup bittiğini anlatayım ve anlattırayım. O’nu doğruladığım bu iki konu eğer sosyalizm mücadelesine uyanmış bir işçi olarak beni tartışmalı kılacaksa yapacak bir şeyim yoktur. Birincisi saflığımı aştığım için devrimci örgütlerin içinde yaşam konforu oluşturmaktan başka bir hedefi olmayan değişik türdeki şarlatanların saldırısına uğramam doğaldır. İkincisi de askerlik yaptırılan bir tutsak olarak bu kabahat ise kefaretini ödemesi gereken ilk kişi Kösedir. beni tanımladığı diğer şıklara ilişkin olarak da “öyle değilim böyleyim” diyecek değilim. Bu testi yapmakta olan hayattır ve yaşam ortamımı paylaştığım herkestir…
Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü, TKP/ML’ başlıklı bu çalışmada; İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerine ve onun bu çıkarsamalarını ışıklı bir merhaleye taşıyan bilimsel metoduna yabancılaşan ‘mirasçısı’ örgütün bu yabancılaşmadaki nedenlerini irdeledim.  Dolayısıyla her tarih araştırmacısı gibi ben de bu çalışmayı yaparken incelediğim tarihi kesitlerde aldıkları roller nedeniyle belgelere yansıyan ve yaşayan tanıklarından da rumuzları üzerinden defalarca kez anılan NT ve HH rumuzlarını benim de ilgili süreçle bağı nedeniyle kaydetmem normaldir. Yusuf Köse’nin  iddia ettiği gibi bu araştırma boyunca onunla yatıp kalmış mıyım, bunu da  ben değil okuyucu değerlendirecektir. Şu kadarını söyleyeyim; Yusuf bu tutumuyla okuyucunun muhtemel sorgulama yetisini ve belki de benim bu muhasebe çalışmasını sürdürebileceğim endişesiyle önümü kesmek istiyor; bunun bilincindeyim ve fakat bunu başaramayacağının da farkındayım. Zira, kendi deyimiyle o ‘tarihin önünde yürüyen’ biri ve ondan önce de muhasebesini yaptığım tarihi süreçten kaçan biri. Tarihin önünde yürüdüğüne kendini inandırmış birinin de, tarihinden kaçan birinin de tarihin içinde yaşamakta olan bana ve okuyucuya çelme takma imkânı yoktur. Bu, “var olma anlamı’ndan feragat etmesi kendi tercihiyle olmuş: bundan yirmi beş yıl önce de kararını tarihten kaçma yönünde vermiştir. Benim yaptığımda onun kaçtığı tarihe gelene kadar incelediğim sürecin bir degerlendirmesini yapmak olmuştur. Ve tabi Köse’yi adeta gömüldüğü gizimli evde kapı dışarı ettirerek bütün gerçekliğiyle ahaliye görünür kıldıran ilgili paragraf da  HH kodlu kişinin ahlaki ölçülerinin kalıntıları olarak vicut bulmuştur. şöyledir:
“… daha da önemlisi örgütü bu noktaya getirenler olarak gerilla alanlarında barınak süresince hizipçiliği işleyen HH ve bu MK üyeleri örgütü bölerken ‘partiyi koruma’ iddialarının arkasında da iki ay dahi durmayıp parti güçlerini bölüp dağıttıklarına aldırmadan önce kırı sonrada örgütü bırakıp gitmekle düşman ilan edilmiş olan NT’nin eline ahlaki açıdan su dökemeyecek ölçüde düşkün ve kaçkın olarak halka, davaya ve örgüte ihanetin özgün bir biçiminden sabıktırlar.” (Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML, sayfa 129).
Köse’ye suhur kaybettiren degerlendirme budur.
Köse,  buradaki değerlendirmenin içeriği üzerinde kendini savunacağına veya yapabiliyorduysa bu degerlendirmeyi çürüteceğine, eline verilen oyuncak hamuruna hayalindeki i biçimleri  veren cocuk misali o da  keyfince birçok biçim  denemesinden sonra   rağmen, gösterdiği zeka geriliği nedeniyle hepsine tek bir isim verdi o da Mehmet Ali oldu! Bir şeyi değiştirdi mi veya gerçeği bükmeyi başardı mı, buna cevabı bu sürecin tartışması verecektir.
Köse’nin  nasıl bir şey olduğunu unuttuğu ‘ahlak’a ezilenlerin penceresinden bir görüntü verdirsem ondan bir şey anlar mı, bundan da kuşkuluyum. Zira o Marksistlerin ahlak derken ondan ne anladıklarını da unutmuş gibi. Bunun sebebi de aynı takıntı: “tarihin önünde“ yürüdüğüne kendini inandırmış olmak! O kendi düşünü gerçek sanmanın yanılgısı içinde. Tarihi, içinden çekildiği koşullarda dondurmuş durumda. Tarih ve hareketin bir diyalektik oluşturduğunu unutmuş durumda. Komünist Manifestonun “toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” cümlesinin tesadüf degil, bilimsel sosyalizme giriş kapısı olduğunu idrakından yoksun durumda. Dolayısıyla bir hareketten ibaret olan sosyal yasaların kişi veya kişilere tarihin önüne geçme yeteneğini veremeyeceğini ve sosyal hareketin sahasında bulunmaksızın kişinin de tarihsel kimlik edinmeyeceğini tümden unutmuş durumda. Ama mümkündür ki köse, yeni bir evrensel yasa bulmuş olabilir; belki de Fukuyama’nın “tarihin sonu“ tezinden yaptığı bir çıkarsamadan hareketle kendisini de bu tezin tarikat şehhi ilan etmenin hazırlığındadır, bunu bilemem. Ama demedi denmesin diye, “Tarihin önünde yürüdüğüne inananların dikkatine gelsin diye not düşüyorum: Fukuyama, Köse’nin dizi yazını yayınladığı süreçte bu tezinden vazgeçti; yani insanlığının ezilen cenahını aldatma görevinden çark etti..
Yukarıya aktardığım paragrafta söz konusu ettiğim HH için, “ahlaki bakımdan NT’nin eline su dökemez …”  deyişimin gerekçeleri ilgili örgütün tarihini kuruluşundan 1994 Nisan sürecine kadar incelediğim hem kronolojisiyle hem içeriğiyle, hem de kitaba yazdığım ön sözde gayet açıkken Yusuf Köse, kendisinin de etkin rol üstelediği 94 zamandaki kapasitesi ve hırçınlığında donup kaldığını gözümüze sokarcasına hala ısrarla, “cambaza bak cambaza” diyerek hedef şaşırtmaca oyunu oynamaya devam ediyor.   Yusuf, halkın deyimiyle böyle ‘numara‘ya başvurunca bana da, onu çılgına çeviren o paragrafla kast etiğim şeyin ne olduğunu bir kez izah etmek kalıyor.
O paragrafta ki sentezle diyorum ki, HH kodlu örgüt sekreteri, ‘ben daha iyi bir önderim’ inandırmasıyla örgütten koparmayı başardığı ve akabinde “hiç bir yönetici organı tanımayanın” çağrısıyla önemli bir örgüt gücünü kendi söylemlerinin istikametinde etrafında toplayıp yeni bir örgüt gücü oluşturduğu halde;
O andan sonra hangi örgütsel taktik ve siyasetle o gücü kırda mücadeleye seferber edeceğine dair yeni bir fikri vardıysa onu da ortaya koyarak güçlerinin başında ya da içinde kalmak yerine, ayrılığı gerçekleştirdikten sonra kaçıp gitmişse;
Haydi diyelim ki aklına ilk ayrılık fikri düştügünde degil de, ayrılığın olgunlaşmaya başladığı süreçte zihninde yeni bir pencere açıldı ve  olayların seyrine o pencereden bakınca  dağı ve gerillayı anlamsızlaştıran bir ufku gördüyse,  bu yeni perspektiften kendi tezi etrafında etkilediği gücü haberdar etmek varken; HH'nin “hiç bir parti organını tanımayın“ çağrısına  uyan ve etrafında güvenlik çemberi oluşturan o ışık gülüşlü halk evlatlarına kendi alternatifini sunmak ta bir yolken bunu da yapmamışsa;
“Hiç bir parti organını tanımayın ” diyen HH değil de Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ymış gibi davranarak, örgütün bölünmesin de aldığı entkin rolün sorumluluğunu unutarak, ‘eşinin hasta olduğu’ gerekçesi üzerinden bırakıp kaçmasının bir de ahlaki tarafı varsa bu hangi sınıfınkine tekabül eder. Gerçekten hangi olgular, HH kişisinin bilinç dönüşümünü böyle keskin yapabildi ki, gidişini düş kırıklığıyla izleyen onlarca gerillaya dönüp bakamamışsa bile en azından sağ kalmış olanlara bir özür borcu yok mudur?
Örgütün bölünmesindeki etkin rolünden hemen sonra, bölünmenin gerçekleştiği koşullarda kaçışın gerekçesi  yaptığı “eşinin hastalığı“nı bir gerçeklik kabul etsek bile, ne yapacaklarsa HH'nin önderliğinde yapacağına inanarak ayrılık talimatına uyup  o’na dikkat kesilenlerden her birisinin anne-babası, kardeşleri çocukları ve HH'nin ki gibi yâri de olan ve  kırda mevzilenen onlarca genç  halk evladının bölünmekle yaşadıkları moral bozukluğu zemininde beliren çöküş riski mi daha önemliydi yoksa   HH'nin altı yedi ay önce dağlardan ceylan sekmesiyle  şehre inen eşiyle birbirlerini birsüre daha görmemiş olması mı daha hayatiydi?
Örgütün sekreteri olarak HH, teorisini uygulamaya çalıştığı Marksizm-Leninizm-Maoizm’in tarihi tecrübesinin içinde;  Mao’nun yirmi yıllık halk savaşı süreci boyunca yitirdiği aile bireylerinden geriye kalan tek oğlunu da Kore’ye emperyalizme karşı enternasyonal birliklerde mevzilendirip bu savaşta yitirdiğini; Stalin‘in Hitler faşizmine karşı savaşta tutsak düşen tek oğlunu bir general karşılığında takas edilme teklifini  o da herhangi bir Sovyet evladından biridir’ gerekçesiyle ret ettiğini bilmiyorduysa bile, dağlarını,  ardına bakmadan terk ettiği  dersim halkının 1938 soykırımı boyunca, dava, ahlak, namus söz konusu olduğunda nelerden vazgeçtiğini de mi hiç duymamıştı...
Benim bu paragraftaki kıyas örnegine ateş püskürdüğün NT; HH, gibi yöneticilerin yarattığı bataklıktan beslenerek sadece dağın değil örgütün zirvesine çıkan biri olarak, eşi kızı ve kardeşiyle kendi mevziinde kalmıştır. HH nin dağları ve örgütü bırakıp kaçtıktan iki yıl sonra da örgüt tarafından ajan olduğu sonucuna varılarak öldürülmüştür bu doğru. Bundan hareketle çıkardığın hay huy la gerçeği karartacağını düşünüyorsan yanılırsın. Diyalektik denen bilim zaten bir yönüyle kıyasların birliğidir. HH ve NT de incelediğim sürecin kutup başları. Sen buna çizgi temsilcileri yada kendi oyunlarının halay başları da diyebilirsin; bunda bir sorun yok. Ben de muhasebe çalışmasında her ikisinin bir birlik içindeki karşıtlıkların temsilcileri pozisiyonunda betimleyerek; yaşamakta olan hh yi örgüt tarafından ajan olduğu için öldürülmüş olan NT ile kıyaslayarak ahlaki tanımlama yapmışım. inclediğim belgelerdeki olgulara dayanarak diyorum ki, HH  örgütün sekreteri ve ‘darbeci’ kliğe karşı ‘komünist hizibin’ öncüsü ise, örgütün bölünmesinde etkin rol almış olarak bu çabasıyla NT den geri kalır yanıda yoksa, bir hizip faaliyetçisi olarak; bölünmeden sonra da yanına örgütün önemli bir gücünü çekmeyi başaran hukuki lider sıfatını da taşıyorsa, darbeci kastı da aştığına göre, güçlerini derleyip toparlamak ve siyasal ideolojik hedeflerine uygun seferber etmek  artık olanaklıyken, bunlardan hiç birini yapmayıp, aksine; etrafında birleştirdiği devrimcilerin  insanı duyarlıklarını kolaylıkla manipüle edecek olan ‘karım hasta’ yalanıyla etkin rol sahibi olduğu bu kaos ortamından ardına bakmadan uzaklaştıktan hemen sonra bu yalanını da yalanlayarak örgütü de bırakıp gitmiş kişi olarak ahlaki bakımdan NT’nin eline su dökemeyecek  de, NT mi mezardan kalkıp HH nin eline su dökecek? İşte benim, HH yi tarifleyerek, ‘NT nin eline ahlaki olarak su dökemez’ demiş olmamın karşılığı budur Yusuf Köse! Ama sen buna itiraz ediyorsun. nasıl oluyor da tarihin önünde yürüyen HH’yi kendi örgütü tarafından düşman ilan edilmiş NT adlı kişinin eline ahlaki olarak su dökemeyecek kadar düşkün ve kaçkın gösteriyorsun diye çileden çıkıyorsun. İyi de yaptığım kıyaslamaya şimdi bir de sen bak. NT sistemin temsilcisi HH’de proletaryanın temsilcisi idiyse rollerin tam tersi olması gerekmez yada beklenmez miydi?   Yani kaçıp gidenin HH değil de NT olması gerekmez miydi? Dağlar proletaryanın; yani bu özgülde HH’nin sekreterliğini yaptığı örgütün stratejik tezi değil miydi? Hangi devrimci önder tezini düşmana bırakıp kaçar? Haydi diyelim NT o örgütün belgelerinde kayıt düştüğü gibi düşmandı, peki şimdi hayatta olmayan ve nerdeyse tümü zamanla yaşamlarını senin bırakıp kaçtığın dağlara serpen ve senin hala karaladığın o devrimciler de mi düşmandı senin gibi bırakıp kaçmadıkları için?...
Ama biliyorum bunları sana anlatmak beyhude bir çabadır. Sen bugün ak dediğine yarın kara, kara dediğine de ak diyecek bir kişisin. Tıpkı bu güne kadar darbeci dediğin kesimin senin hizipçilik yaptığını söylemelerine  şiddetle karşı çıktığın halde bu yazında, “tabi ki hizipçilik yaptım, hatta az yaptım” diyerek ilk kez gerçeği itiraf edişin gibi… Tıpkı bu örgütün I. OPK  olarak adlandırdığı konferansındaki belgelere ’ticaret’ işindeki rolün nedeniyle özeleştiri yaptığın kaydedilmişken şimdi bu yazında kendince bir kaç el-ense çektikten sonra, “…öncelikle bu olayın magazinleştirilen yanı ile esas mahiyeti  farklı olmasına karşılık bunun yapılması, örgütün silahlandırılması amaçlı olmuştur. Yani salt askeri bakış açısının bir ürünüdür. Kaygılar bireysel değil örgütsel ve sınıf mücadelesinin ilerletilmesi amacıyla bu yararlanma olayı yaşanmıştır (abç) demekle orada yaptığın özeleştirinin aksine bir kez daha bu kire bulanmış zihninle aslına rücu etmiş olman gibi. Ve böylece bu yazın da ‘sınıf mücadelesinin ilerletilmesi amacıyla’ cümlesindeki itirafınla aklayıp/pakladığın ve bu örgüte karşı gerçekleştirilmiş bir ideolojik suikast olan ticaret işinin neye mal olduğunu bile zerre kadar önemsemediğini bir kez daha teyit etmiş olmakla kalmadın; bu itirafınla da tarihe, hala pragmacı, hala ikiyüzlü olduğun gerçekliğinle yakalandın!
Sana burada tarihi bir notu hatırlatmam gerekiyor Yusuf Köse: Senin kırk beş yıl sonra, tarihin önünde yürümek adını koyduğun kitabında ; ‘bütün görüşleri sübjektifti’ dediğin Kaypakkaya, kuruluşunu ilan etme aşamasında olduğu partinin bayrağını  tarif ederken ‘bütün lekelerinden arınmış olarak göndere çekmeyi’ tasarlıyordu. Şimdi sadece bu coşkun cümlenin karşısında kendini bir daha tart: bulaştığın ve bugün de hala yararını öven bu itirafınla, bu kirlenmenin tüm düşünsel disiplinini taşıyan olarak  böyle berrak bir komüniste ‘bütün görüşleri sübjektifti’ demek düşer mi sana?
Seni eleştirmek bile bilim yöntemini kullanan her insan gibi beni de zorluyor Yusuf Köse. Çünkü ölçün yok senin.  Azbiraz  kenar ölçülerine sahip olsaydın  tüm savunmanı ajan olduğu ortaya çıktığı için ilgili örgüt tarafından öldürülen NT kodlu kişi üzerinden yapıyorken onun devrimcilere  karşı kullandığını söylediğin yöntemin aynısını bu çalışmam nedeniyle bana karşı kullanmaya tenezzül etmezdin. Ama ondan daha ala davrandın; ajan dediğin NT kodlu kişinin sözünü ettiğin zamanlarda komplo aracı olarak kullandığı bir ‘suç verisi’ni cebine koyduğu tarihten çok önce yaşadığım askerlik sürecini sanki saklanmış bir suçmuş gibi, zihninin karanlık ceplerinde otuz üç yıl sakladın (!) ve kendince şimdi seni bu eleştirilerim karşısında koruyacak ve üstelik benden sana sunulmuş silahmış gibi kullanarak eleştirilerimi gölgelemek umuduyla kullandın. Diyorum ki Yusuf Köse, madem hangi sınıfın genel geçer yöntemi olduğunu her sınıf bilinçli bireyin bildiği bu yöntemi kullanacaktın, hiç olmazsa yazı dizin boyunca kendini aklama girişimini NT’yi lanetleme üzerinden yaparak onunla aynılaşacağını da düşünmeliydin. Bu tutumunu tanımlamak tutarsızlığından başka bir resim vermiyor. Madem yazıyorsun öğretici olacak şekilde öğrenmeye azmet biraz. Analiz yapmayı öğren örneğin.  Olgular arasındaki ilişkileri, onlar arasındaki çelişki ve özdeşlikleri irdele mesela. Ve kendini  gözden geçir, yaşam öykünün önemli duraklarına odaklanarak onlar arasındaki uzlaşmazlıkların nedenleri üzerine kafa yor, sentezlere var. Aksi takdirde böyle devam etmen halinde, seni çözümlemek senin dışındakilere kalır. Tamda bu bilimsel dürtü nedeniyle senin yaşam öykünün zihnime kendini yeni bir anımsatması nedeniyle yeni bir değerlendirmeye doğru sürükleniyorum. Eşeğin aklına karpuz kabuğu mu, bilimin çanına şüphe gongu olarak mı düşeceğini kestiremediğim bir hafıza yoklamasından belki sen de payına düşen bir şey çıkarırsın.
Kuruluşundan 1994 yılı Nisan’ına kadar bir değerlendirmesini yaptığım TKP/ML’nin ilk yenilgisinin ardından 1. Konferansını gerçekleştirme hedefli örgütsel toparlanma sürecindeyken (yıl 1977) düşün ki bir kişi, hizip çalışması başlatarak örgütü toparlama sürecinde güçten düşürmeye çalışsın ve fakat örgütün müdahalesiyle bu çabası başarısızlığa uğrasın…  Sonra başka bir tarihi süreçte o kişinin bu hizipçi faaliyetinin boşa çıkarılmasından sekiz yıl sonra aldığı ikinci yenilgisinden çıkmak üzere, örgütü konferansa götürmeye çalışan kadrolar konferans hazırlığı içindeyken öldürülsün. Böylece örgüt yeni bir  belirsizlik ve merkezsizlik sürecine girmişken,  tam bu aşamada örgüt hukukuna göre sıfatı ileri sempatizan olan ve dokuz yıl önceki hizip çalışmasını yapan kişi bu süreçte hapishaneden tahliye olsun. Örgütün nitelikli kadrolarının imha edilmiş olmasının objektif boşluklarının sunduğu fırsatla  bu kişi hiç bir örgüt hukukunda bulunmayan bir yöntemle; yedi oy temsiliyetiyle, örgütün kurucu kadrolarını kapının dışında bırakmayı da içerecek şekilde örgüte istediği düzeni vererek tepesine oturmakla aynı süreçte örgüt de, (kamuoyunda bilinen adıyla DABK-Konferans ayrılığı) yeni bir bölünme yaşasın… Ve  dört yıl sonra hapishanelerden çıkan ve örgüt tabanında saygınlık yaratmış birçok kadronun örgütün bölünen güçlerini birleştirme yönündeki içten çabaları her iki kanadın kitlesinde karşılık bulunca yeniden sağlanan birlik  ortaya büyük bir enerji çıkarmış olsun. örgütü nicelik olarak hızlı bir gelişme sürecine sokan bu birlik, güven bakımından ezilen kitleler nezdinde TKP/ML‘ yi kendi tarihinin zirvesine ulaştırmışken, aynı kişi bu tarihi aşamada da örgütün sekreteri olarak ikinci kez hizipçi bir faaliyetle örgütün bölünmesinin ilk hamlesini yapan kişi olsun. Ve bölünmeyi başardıktan hemen sonra da dağı, örgütü ve ülkeyi terk etmekle kalmasın; kendi benzer versiyonlarıyla örgüt hafızasını ve düşünme tarzını hasta etmiş olduklarından emin olarak; ‘hiç bir özne bana ilişemez ve hiç bir güç beni bir daha tarihin içinde yakalayamaz‘ dercesine tarihin önünde yürüdüğünü iddia ediyor olsun... işte yaptığım düşsel tarih  gezintisinden sonra aklımda  kalanlar bunlar olmuş, Yusuf Köse… Senin sekreterliğini yaptığın örgütün, senin görünümünü flu mu net mi kaydetti bilemem.  Hatta örgütün bir hafızası var mı, yok mu onu da bilmem. Çünkü incelediğim belgelerde kolektif hafızaya sayılacak bir ize rastlamadım. Fakat geçmişe bir de bu perspektiften bakınca ve çıkan sonuçla senin kendini ısrarla bir ‘hatasızlık‘ zırhı içinde tutmaya gösterdiğin dirençle kıyaslayınca: başka kim ne der bilmem ama kendi payıma incelediğim tarihi kesitten ve sonrası süreçte herkes NT denen kişiye dikkat kesilmişken gözden kaçan bir şey oldu mu acaba diye sormuyor değilim! Bunu da geçiyorum…
 üç bölümlük yazın boyunca, “öyle oldu böyle oldu; ben demiştim olmadı, yanlışı onlar yaptı” iddialı, alıntılardan yığma, kendi gerçekliğini saklama maksatlı karalamalar yapan biri olarak sekreterlik düzeyinde yöneticisi olduğun dönem boyunca örgüte kayda değer bir makale dahi bırakmamışken, örgütün bölümesi söz konusu olduğunda gösterdiğin ısrarı ben degil tarih kaydetmiştir yusuf köse. Ama her şeye rağmen kaleme gösterdiğin ilgi iyiyken, onu kullanma biçiminle düşünme diyalektiğin ciddi bir sorun oluşturmaya devam ediyor. Duruşuna giydirdiğin, tarihin önde yüreme yanılsamasıyla örgütsüzlüğü kutsayan ve her tür kolektif denetimden kaçmanın iyi olduğu algısını işleyen biri olarak Kaypakkaya örgütlülüğünün çevresine yapışıp kalmandaki gerçekliğini de bilinen pragmatizmine bağlayabiliriz. Zira onlar da Kaypakkaya gibi bir komünisti sahiplenme biçimiyle onun yarattığı değerlerden bir miras yedi gibi yararlanmayı seçenler olarak seninle aynı faydacı tutum içinde olmaktan hoşnutturlar. Ama sen fazla olarak Kaypakkaya ve mirasının olanaklarından yararlanırken, hem sanalda Kaypakkaya isimli blogdan yazarak hem de ‘bütün görüşleri sübjektifti’; yani anti bilimseldi dediğin halde ‘tarihin önünde yürümek’ başlığıyla yayınladığın alıntı yığını kitabın kapağına İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun görüşlerini uygulama pratiğindeyken yaşamlarını vermiş yoldaşlarının resimlerini serpiştirmekle nasıl bir ardıl bilinç denklemiyle hareket ediyorsun Yusuf Köse? Küfür mü ediyorsun, dalga mı geçiyorsun? Ama tabi; yıllarca bu tarihsel damarın sosyal hafızasını her tür manipülasyona hazır hale getirerek onbinlerce insanı hayata soru soramayacak ölçüde körleştirip çevre ilişkisine dönüştürmek üzerinden sosyal statü ve konformist yaşam olanakları devşirmeyi iyi başardığınızdan, şimdiye kadar kimsenin ses çıkaramamış olmasını da anlayabildiğimden bunu da geçiyorum ve bir özetle bitiriyorum.
Özetle diyorum Yusuf Köse ve sana doğrudan hitap ederek, özetle: bulduğun ilk gerekçeyle fitilini ilk ateşleyen olarak, 94 ayrılığını, bırakıp kaçmanın koşulu olarak tasarladığın çok açıktır. Benim, belgeler üzerinde yaptığım çıkarsamaları bilimsel bir gözle izleyen her okuyucunun da rahatlıkla görebileceği gibi, HH gibiler birliğin ortaya çıkardığı rüzgârı, kaptanı olduğu geminin yelkenlerine yönlendirecek yetenekten yoksundu.  HH’nin sınıf coşkusu ve siyasal kişiliğinin, hareketin sıçradığı bu yeni seviyenin örgütsel-siyasal taktiğini üretme yeteneğinden yoksun olduğu, senin yirmi beş yıl sonra bile siyasal bir eleştiriyi karşılama biçiminden de anlaşılıyor zaten. Yani örgütün birlikten hemen sonraki süreçte yakaladığı hızlı gelişme düzeyi ve  kıra yönelik olağanüstü yığılma eğrisi karşısında (yıllar sonra Tarihin Önünde Yürümek adlı çalışmanda Kaypakkaya’nın görüşlerinin tümünün  sübjektif olduğunu söyleyerek bu siyasal ideolojik çizgiye hiç bir zaman inanmadığını itiraf eden biri olarak, bu görüşler etrafında örgütlemiş TKP/ML’de dört-beş  yıl sekreterlik görevini almaktaki amacına ilişkin de keşke bir iki şey söyleseydin…) bu sürecin örgütsel- siyasal  teori ve taktiğini  üretemeyen gerçekliğini de orta çıkarmaya başladığından ve bu durum senin gibilerin artık örgütün olanaklarını kendi kişisel yaşam konforu için kullanma koşullarını  riske soktuğunu da görmeye başladığından; örgütteki uyanışın, senin  klikçi ve örgüte kapalı kirli işler çevirmiş olmanın ideolojik ve kültürel kişiliğini de sorguya alacağından duyduğun büyük korku,(ki NT ile HH nin korkuları aynıydı)  başka herhangi bir ciddi siyasal-ideolojik sorununda değil de, bir hukuk sorununu ayrılığın fırsatına çevirdin. Ayrılık kaosu, kaos da sessizce sıvışmanın kapısını açtığından planın sorunsuz işledi; senin rol aldığın hikâyenin özü budur Yusuf Köse!